Hikayeler

UZAYDA TATİL

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Yıl 4002.. Uzayda bir yerlerde Dünya isminde bir gezegen varmış.. Bu gezegende teknoloji en üst seviyedeymiş. tekerlekleri olmadan havada uçarak giden arabalar, yürüyen yollar merdivenler, her işi yapan makineler, çok katlı binalar, insanların her ihtiyacını karşılayan robotlar, hap şeklinde yemekler, içecekler…. Yok yokmuş. İnsanlar bu gezegende sadece iyi mi yoksa kötü biri mi olacaklarını seçerler, öyle yaşamya çalışırlarmış. tek yapacakları bu kadar kolaylığı verene teşekkür etmek için günde beş defa şifreyi girip telefon etmekmiş. Herkesin hayatının yazıldığı bir cd’si varmış. Yaptıkları Her şey buraya puan şeklinde eklenirmiş. Bu galaxideki diğer gezegenler Mars, Venüs, Jüpitermiş. İnsan bu dünyada bir müddet yaşadıktan sonra başkalarına da yer bırakmak için emekli olup diğer gezegene tatile çıkarmış. Bu tatilde nereye gideceği hayatındaki her şeyin kaydedildiği cd’deki puanlara göre olurmuş..

Tatile çıkma zamanı gelenler tek kişilik üstü dayanıklı camla kaplanmış yataklara binmek için havalimanlarına giderlermiş. Bu yolculuğa çıkarken sevenleri uğurlamaya gelirlermiş.. Kişi yolculuğa elini kolunu sallaya sallaya, hiçbir yükü valizi olmadan çıkarmış.. Özel hazırlanmış bembeyaz giysisini giyip yatağa uzanınca cam kapak kapanır ve bu tüp şeklindeki yatak uzaya fırlatılırmış. Aynı anda bir çok yolcu yola çıkarmış. Bunlar kendilerini bekleyen görevlilerin yanlarına gelirlermiş. Görevliler bazı sorular sorarlarmış. Bu soruların bazıları şunlarmış:

Telefon etmek için rehber olan kitabı biliyor musun?

Telefon etmek için şifreyi kim öğretti?

Telefon edeceğin kişiyi biliyor musun?

Cevaplara göre bir süre misafir olacakları odalar hazırlanırmış onlar için..

Cevapları iyi ise, çok lüks manzaralı; cevapları iyi değilse daha dar karanlık olan odalar verilirmiş. bir gün kocaman bir boru ötmüş. Bütün insanların dünyadaki işleri bitmiş aynı şekilde tatile çıkmışlar. Aradan zaman geçmiş. Kocaman boru bir daha ötmüş. Bütün insanlar odalarından çıkıp Jüpitere gelmiş beklemeye başlamış. bir süre sonra insanlar hayatları boyunca telefonda konuştukları yaratıcıyla yüzyüze konuşma fırsatı bulmuşlar. cd’leri kiminin sağından kiminin solundan ortaya çıkmış. puanları toplanmış hassas terazide tartılmış ve hangi gezegene tatile gidecekleri belirlenmiş. Jüpiter gezegeniyle mars ve Venüs arasında köprüler varmış. insanlar bu köprülerden geçip tatile başlarlarmış. Mars gezegeninin bir tarafı sıcak, kumsalları olan, güneşlenecek bir yermiş. diğer tarafı karlarla buzlarla bunlardan yapılmış evlerle kaplıymış. tek sorun güneşli yerde su bulmak karlı tarafta da ısınmak imkansızmış.. Burayı sevenler gidebilsinler diye puanlarını az tutarlarmış. Venüs gezegeni ise, çeşit çeşit ağaçları meyveleri şelaleleri olan altın gümüş duvarları olan yakuttan pırlantadan köşk ve villaların olduğu hizmetçilerin her istediğini yerine getirdiği bir yermiş. puanı fazla olan oraya gidermiş. İnsanlar sırayla köprülerden geçip yerlerine gitmişler ve ebedi tatillerine başlamışlar. ayrıca rütbesi mevkisi yüksek yaratıcının sevdiği ve üst makamlarda bulunan kimseler varmış. bunları çok seven halini hatırını soran kişiler torpille Mars’tan Venüs’e gelebilir veya Venüs’te daha güzel bir otelin daha güzel bir odasına yerleşebilirlermiş.   

Hikayede geçen remizlerin açıklamaları:

  • Uzay – Ahiret
  • Şifreyi girip telefon etmek: namaz
  • CD – Amel defteri
  • Puanlar – Sevap
  • Mars – CEhennem
  • VEnüs – Cennet
  • Jüpiter – Kabir
  • Boru – Sur
  • Köprüler – SIrat
  • Tüp şeklindeki yatak – Tabut
  • Havalimanı – Mezarlık
  • Uğurlama – Cenaze namazı
  • Uzaya Fırlatılma – Gömülme
  • Görevliler – Münker nekir melekleri
  • Telefon rehberi – Kuran
  • Şifreyi Öğreten- Peygamber
  • Telefon edilecek kişi – Allah
  • Herkesin tatile çıkması – Kıyamet
  • Yaratıcıyla konuşma fırsatı – Ruyet
  • Rütbesi yüksek kişiler – Peygamberler evliyalar
  • Torpil – Şefaat
  • Daha güzel odaya çıkmak – Cennetteki makamın yükselmesi
Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

ASKER ÖRNEĞİ

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Askerleri bilirsiniz. ülkenin her tarafından gençler toplanır, askere alınır. Onlara askeri eğitim yaptırılır. Bir komutanın emri altında hareket ederler.

Komutan onları toplar. Eğitim yaptırır. Sonra da bir düdük çalar, istirahat ederler. Askerler bir tarafa çekilerek 10 dakikalık istirahat edeler. Komutan bir düdük daha çalar. Bütün askerler önceki gibi görevlerinin başına geçerler.

Şimdi yeniden asker toplayıp eğitime almak mı zor, yoksa eğitimden sonra istirahata çekilmiş olan askerleri bir düdük sesiyle aynı yerde toplamak mı zordur?

Tabii ki ikincisi daha kolay ve basittir.

İşte öldükten sonra bizim diriltilmemiz de böyle.. Yüce Allah bizi yoktan var etti. Bedenimiz yüz trilyona yakın hücreden oluşuyor. Her hücremizi bir askere benzetirsek bu kadar çok

sayıda hücre askerini Rabbimiz sıfırdan yaratıyor. bedenimizi meydana getiriyor.

sayılı günlerimiz bitip de öldükten sonra bütün hücrelerimiz dağılıyor. her biri bir tarafa dağılıyor. Allah bizi tekrar dirilteceği zaman bu konuda görevli olan İsrafil isimli meleğe emir veriyor. Melek sur adıyla bilinen boruyu üflüyor ve hücrelerimiz yeniden bir araya geliyor. 

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

HZ. ALİ’NİN NİYETİ

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Hz. Ali Hendek savaşında, çok kuvvetli olup müslümanlara zarar veren bir kâfir askerini altedip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Öldürmeden önce son defa islama davet etti. Yenilmeyi hazmedemeyen cengaver çabuk öldürsün diye kılıcı havada bekleyen Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. 
 
Bunun üzerine Hz. Ali onun üzerinden kalktı, kılıcını kınına koydu. Onu öldürmekten vazgeçti. Ölümünü bekleyen kâfir, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu, (Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin, neden öfken birden yatıştı?) Hz. Ali, (Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım, nefsin esiri değilim. Önce seni Allah için öldürecektim. Ancak, şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Halbuki her yaptığımı Allah için yapmam lâzımdır.)  
 
Hz. Alinin bu sözü üzerine o pehlivan dedi ki, bu halis niyet ve bu fütüvvet sizde vardır. Dininiz hak dindir. Bana imanı telkin eyle. İmana geleyim. Hz. Ali ona kelime-i şehadet telkin edip, Müslüman oldu.
 

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

YALANCI İLE YAMAYICI

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Efendim, bir tarihte bir yalancı ile bir de yamayıcısı varmış. Yalancı, yamayıcısını yanından hiç uzaklaştırmak istemezmiş. Çünkü söylediği yalanların bazen kuyruğu dışarıda kalır, gizlenemez olurmuş. İşte o zaman yamayıcıya iş düşermiş, hemen devreye girer, yalanı ustaca yamar, inanılır hale getirirmiş.  
 
Böylece rahatlayan yalancı da yeni bir yalan daha uydurma cesaretine sahip olurmuş.  
 
Bir gün yine geldiği bir mecliste sanatını icraya başlamış. Demiş ki:  
 
– Ben buraya gelirken gökten köpek sesleri geldiğini işittim. Gökyüzünden köpek havlamaları geliyordu kulağıma.  
 
– Olmaz böyle şey, demiş dinleyenler. Gökten köpek sesi gelir mi?  
 
Ama yamayıcı hazır.. Derhal müdahale etmiş:  
 
– Arkadaşlar neden garipsiyorsunuz bu gerçeği, demiş. Ben de işittim köpek seslerini. Kartalın biri yerden kaptığı köpek yavrusunu havaya kaldırmıştı. Duyulan ses, o köpeğin havadan gelen sesiydi!..  
 
Söylediği yalanın ustaca yamandığını gören yalancı, çok memnun olmuş, cesareti de bir hayli artmış tabii. Bu defa da bir başka palavra atmış ortaya:  
 
– Köpek sesinde ne var ki, demiş. Ben gökten yumurta yağdığını bile gördüm. Bembeyaz yumurtalar sağıma soluma birer ikişer dökülüyordu.  
 
– Aaaaaa, demişler, bu kadarı da olmaz!..  
 
Yamayıcı yine hazır beklemektedir. Hemen imdada yetişmiş:  
 
– Köpeği havaya kaldıran kartal var ya, demiş; işte o, bu defa da altında yumurtalar bulunan bir kuluçkayı kaldırmış havaya. Dökülen yumurtalar kuluçkanın yuvasından düşen yumurtalar…  
 
Dinleyenler birbirlerine bakışmışlar. Sonra da çaresiz susmuşlar.  
 
Cesareti artan palavracı, iyice rahatlamış ve bu sefer de ne demiş biliyor musunuz?  
 
– Bunlar ne ki, demiş. Ben öylesine keskin nişan alan bir avcıyım ki, uçan kuş kurtulmaz atışımdan. Hatta geçenlerde bir atışta tam kırk tane kekliği birden havada vurdum. Kuşların havadan düştükleri yere varınca baktım ki, hepsi de yoğurtlu ve sarımsaklı kebap olarak pişmiş, hazır halde beklemekteler beni!..  
 
İtiraz sesleri yükselmiş:  
 
– Hayır demişler, bu kadarı da fazla artık. Bu kadar çok keklik nasıl olur da bir atışta vurulur, sen varıncaya kadar da düştüğü yerde pişer, yoğurtlu sarımsaklı kebap olur?..  
 
Anlaşılan bu defa yamayıcı zorlanmış olacak ki, o da feryadı basmış:  
 
– A birader demiş, diyelim ki, attığın tüfek saçmalı tüfekti. Kırk saçma kırk kekliğe isabet etti, bir tane saçma da sekerek yerdeki çakmak taşına çarptı, çıkan kıvılcımdan da otlar tutuştu, düşen kuşları da kebap edip hazır hale getirdi. Ama insaf et, dağın başında sarımsaklı yoğurdu nereden bulayım ben?..
 

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

TOHUM

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine, farklı bir şey yapmaya karar verdi bu hükümdar.

Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı  ve onlara şöyle seslendi;

  • Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim.

Gençler bu sözlari şaşkınlıkla dinliyorlardı. Hükümdar devam etti;

-Bugün herbirinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum. Ama bu çok özel bir tohum. Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim.

     Saraya çağırılanların arasında Ling isimli bir genç vardı ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş görebileceği bir pencere kenarına koydu. Hergün saksıya su vererek bitkinin tohumunun açıp açmadığını kontrol etti.

     Üç hafta kadar sonra, Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerinin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gelgelelim, saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı ama değişen hiçbir şey olmadı.

     Bu arada, Ling’in arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordu hep. Ling’in ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşabileceği bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.

     Aradan altı ay geçti. Ling’in saksısında çiçekten eser yoktu hala. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri, ya da ağaç fidanları olmuştu, ama onun koca bir saksısı, o kadar!

     Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de, annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını öğütledi. Ling’in sıkıntıdan karnı bile ağrıdı, ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu. Böylece, o da boş saksıyı sara götürdü.

     Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı. Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler, Ling’in elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler. Birkaçı da onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup “Boş ver, elinden geleni yapmuşsın!” dediler.

     Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada, Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. “Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle!” dedi hükümdar. “Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek.”

     Birden, imparator elinde boş saksıyı tutan Ling’i gördü. Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti. Ling korkudan titremeye başladı. “Hükümdar başaramadığımı gördü, herhalde beni öldürtecek!” diye düşünüyordu.

İmparator yanına getirilen Ling’in ismini sordu, o da  cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye  ve kendi aralarında Lind ile alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling’i yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti: “Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!” Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki?

     Hükümdar konuşmasına devam etti: “Bir yıl önce herbirinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim. Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce, siz verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. İçinizden sadece Ling, kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden yeni imparatorunuz o olacak…”  

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

SARAYA DAVET

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Bir zamanlar zengin mi zengin bir padişah varmış. hazinelerinde gizli defineleri hertürlü elmas ve zümrüt bulunuyormuş. her güzel güzellik sahibi güzelliğini  ve üstünlüğünü göstermek ister. o sultan da birgün zenginliğini ve saltanatının büyüklüğünü göstermek ister ve bu amaçla büyük bir saray yapmaya başlar. sarayı odalara ve bölümlere ayırır. her bölümü hazinelerinin çeşitli süsleriyle donatır. tavanlarını altınla yaldızlar , hazırlattığı yiyeceklerle öyle büyük bir ziyafet hazırlar ki nimetlerin her çeşidini o sofralara dizdirir. sonra bir elçi görevlendirir. elçi misafirlere padişahı tanıtır. töreni ve saraydaki ziyafeti anlatarak yol göstericilik ve kılavuzluk yapar. o elçinin de sarayın her bölmesinde birer yardımcısı ve ayrı ayrı yerlerde daha başka bir sürü görevlisi vardır. sonra o elçi memleketindeki insanları saraya  ve ziyafete davet eder. insanlar saraya geldiklerinde elçinin sesini işitirler. padişahın elçisi yüksekçe bir yerden misafirlere seslenir.:

  • ey ahali şu sarayın sahibi olan sultanımız sarayı ve eserlerini göstermekle size kendini tanıtmak istiyor. size verdiği ziyafet ve ikramlarla sizi sevdiğini hepimize gösteriyor. siz de ona sevgi ve saygı duyunuz. size dağıttığı hediyelerle cömertliğini ve merhametini gösteriyor.  siz de teşekkür ona hürmet ediniz. hem şu gördüğünüz bütün eserlerin üstünde onun işaretini ve mührünü görüyorsunuz siz de onu tek güç ve bütün bunların sahibi olduğunu biliniz.

    padişahın sözcüsü bu ve buna sözlerle sarayı ve sultanı misafirlere tanıtır. saraya gelen insanlar iki gruba ayrılırlar

    1.grup: kendini tanımış aklı başında kalbi yerinde olduklarından saraya geldiğinde elçiyi dinler. onun söylediklerini kabul ederler. saraydaki törenin kurallarına uyarak edepli ve terbiyeli bir şekilde ziyafetten yararlanırlar. padişaha teşekkürlerini ve saygılarını sunarlar onların bu saygılı hareketleri sultanın çok hoşuna gider. bundan dolayı onları başka bir sarayına davet eder, hediyelerle ve ikramlarla ödüllendirir. sonsuza kadar bu yeni sarayda misafir edileceklerini bildirir.

    2. grup ise: saraya geldiğinde yiyecek ve içeceklerden başka hiçbir şeyle ilgilenmez. elçinin anlattıklarına kulaklarını tıkarlar. ziyafet sofralarını karıştırırlar. ilaç olarak bulundurulan ve içilmeyecek şeyleri içerler. sarhoş olup bağırırlar. diğer misafirleri rahatsız ederler. yapılan ikramlara teşekkür etmek yerine onları küçümserler. padişaha karşı saygısızlıkta bulunurlar. saray sahibinin görevli askerleri de onları tutup cezaevine atarlar.

    sorular:

  • hikayedeki saray neyi temsil eder? dünyayı
  • sarayın yıldızlarla donanmış tavanı? gökyüzü
  • çiçeklerle süslenmiş taban? yeryüzü
  • padişah? Allah.cc
  • elçi ?  Peygamber
  • sarayın her bölmesine dağılmış elçinin yardımcıları? Allah.cc dostları
  • elçinin heryerdeki görevlileri? melekler
  • sarayın muhafızları ve görevlileri? hafaza melekleri
  • saraydaki sofralar? dünya nimetleri
  • saraydaki işlemeler? dünya zevkler güzellikler
  • misafilerden birinci grup? müminler
  • misafirlerden ikinci grup? kafirler
  • davet edilen ikinci saray? cennet
  • cezaevi? cehennem
  • sarayın sahibi neden bir elçi göndermiş?

 

öğrenciler yukarıdaki sorulara kendi akıllarınca cevap verdikten sonra yaş seviyelerine bakılır. aşağıdaki açıklamalar ona göre yapılır.

  • o zengin padişah neden bir saray yaptırmak istemiş? kendini tanıttırmak ve göstermek için.
  • sarayı odalara ve bölmelere ayırmasındaki muradı nedir? hakikate giden birden fazla yol vardır.
  • her bölmede elçinin farklı yardımcılarının olması ne demektir? Allah.cc dostlarının hakikate giden yolları.
  • birinci grubun özellikleri ve nitelikleri nelerdir ve bunlar neye işaret eder? kendini tanımış olmak=kendini bilen Rabbini bilir. insaniyetinin ve kulluğunun farkındadır. aklı başında olmak= etrafının farkındadır, şuurludur. yaptığı şeyleri niçin ve kimin için yaptığının farkındadır. kalbi yerinde olmak= masivayı terk etmek boş işlerle uğraşmamak yalnız Allah.cc’ı düşünmek
  • birinci grup bütün bu özelliklerden sonra padişahın ilk önce hangi lütfuna ermiştir.

    elçiyi duyabilmek ve ona muhatap olabilmek bir lütuftur. biz bunu günde 5 defa namazla yapıyoruz öyleyse namaza dururken bu 3 özellik bulunmalı.

  • birinci grup saraydaki elçinin sözlerini tasdik ettiğini nasıl belli etmiş. saygı ve edep= namaz.
  • elçinin görevleri nelerdir? (peygamberlerin görevlerinden bahsedilir.)
  • elçi kimlere seslenmiş?
  • bu hikayede elçinin vasıflarından hangileri vardır?
  • elçi misafirleri neye davet etmiş?
  • misafirler kendi başlarına o güzellikleri göremez miydi? neden elçiye ihtiyaç duyulmuş?
  • birinci grup ile ikinci grup arasındaki fark nedir?
Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

SALİH PEYGAMBERİN DEVE MUCİZESİ

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Salih isimli bir arkadaşınız var mı? Muhakkak duymuşsunuzdur. Peki Salih Peygamberi daha önce duyan var mı? İşte bugün Salih Peygamberi tanıyacağız hep beraber..

Salih Peygamberin kavminin adı Semud’ dur. onlara zenginlik, güç, kuvvet verilmişti. yüksek gösterişli evleri içinde yaşıyorlardı. bu kadar nimet içinde yaşamalarına rağmen Allaha şükrü unutmuşlardı. Zenginliklerini kendiliklerinden bilip kibirleniyorlardı. Halbuki sahip olunan nimetlerin hepsini Allah verir değil mi? Karşılığında da O’ na şükredilmesini bekliyor. O’na teşekkür edilmediği zaman da nimetlerini geri alır.

İşte Semud kavmi, Allah’ ı unutmuş, putlara tapmaya başlamışlardı. :Alalh da onlara Peygamber olarak Salih (as) ‘ı gönderdi. Salih AS. da o kavimdendi. ama yaşayış olarak hiç onlara benzemiyordu. doğru dürüst akıllıydı. peygamberlik görevi verildiği zaman insanlara anlatmaya başladı.

  • Ey insanlar putlara tapmayın. onlar kendi ellerinizle yaptığınız güçsüz varlıklardan başka bi şey değildir diyordu.

Fakat dinleyen kim.. Salih as ‘a

    -Sen büyülenmişsin diyorlardı. Onunla alay ederek

    – Eğer doğru söylüyorsan senin Allahın kayadan dişi bir deve çıkarsın. Hem de kırmızı tüylü olsun. Yazın soğuk kışın sıcak süt versin. Hem de bu deve doğurmak üzere olsun diyerek bir sürü istekte bulunmuşlardı.

O dönemde insanlar için en önemli olan şeylerden biri kırmızı tüylü develerdi. Bunları Salih as’ın yapamayacağını düşünüyorlardı.

Salih as namaz kıldı. Allah’a dua etti. az sonra oradaki kaya sesler çıkarmaya başladı. Ve tam istedikleri özeliklere sahip bir deve çıkıverdi.

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

BATMAYAN GEMİ

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Ebu Müslim Saftar evliyanın büyüklerindendir. gemi ile yola çıktığı bir gün aniden ters yönden bir rüzgar esti. dalgalar yükseldi gemi batacak gibi oldu. gemideki yükü denize attılar yardım istediler, Ebu Müslim diyor ki: bizimle beraber bir köylü vardı, yanında bir Mushaf bulunuyordu kalktı ve mushafı elinin üzerinde tutarak şöyle dua etti:

  • Ya Rabbi eğer bir kimsenin elinde dünya sultanlarından bir mektup bulunuyorsa hiç kimse ona saldıramaz zarar veremez, belalardan emin olur.

Mushafı kaldırdı ve duasına şöyle devam etti.

  • Ya Rabbi bu senin kitabındır bunu bize sen verdin. Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmazsın.

Derhal dalgalar döndü deniz süt liman oldu ve gemi sağsalim limana ulaştı. 

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

GÖKTEN GELEN YARDIM

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Hz. Peygamber’in (s.a.v) Ashabından Ebu Ma’lek diye birisi vardı. Bu zat, kendisi ve başkaları adına tüccarlık yapar; ticaret için uzak bölgelere giderdi. Kendisi, çok ibadet ehli ve takva sahibi güzel ahlaklı bir insandı. Yine bir gün ticaret için yola çıkmıştı. Önünü bir silahlı hırsız kesti; ona:

   -Elinde ne varsa getir önüme koy, seni öldüreceğim! Dedi. Ebu Ma’lek:

   -İşte malım, al senin olsun; beni bırak dedi. Hırsız:

   -Ben malı değil, seni öldürmek istiyorum, dedi. Ebu Ma’lek:

   -Biraz müsaade et de dört rekat namaz kılayım, dedi. Hırsız:

   -İstediğin kadar kıl, dedi.

Ebu Ma’lek, abdest aldı, sonra namaz kıldı; namazdan sonra ellerini açtı ve:

-Ey Yüce dost, ey Yüce Arşın sahibi her istediğini yapan Allahım! Kimsenin aksine bir şey yapamadığı izzet ve kudretinin hürmetine, kimsenin zulüm v ehaksızlık görmediği saltanatının hürmetine, Arşını dolduran nurunun hürmetine şu hırsızın kötülüğünden beni korumanı istiyorum. Ey kendisinden yardım istenen Rabbim, bana yardım et.” Diye dua etti, bu duasını üç defa tekrarladı. O esnada bir atlı belirdi. Elinde demirden bir mızrak vardı, mızrağı atının iki kulağı arasına koymuş bir şekilde süratle hırsıza doğru yöneldi. Hırsız atlıyı görünce ona döndü, atlı elindeki mızrağı ile hırsıza bir vurdu, hırsız öldü. Atlı Ebu Ma’lek’e dönerek:

   -Kalk, dedi. Ebu Ma’lek.

   -Anam babam sana feda olsun, sen kimsin, bu gün Allah seninle bana yardım etti? diye sordu. Atlı:

   -Ben dördüncü kat gökte bulunan bir meleğim. Sen ilk dua ettiğin zaman göğün kapılarının gıcırdayıp ses verdiğini işittim. İkinci kez dua yapınca gökte bulunan meleklerin feryadını işittim. Sonra üçüncü kez dua edince, bana: “Bu, sıkıntı içindeki bir kulun duasıdır.” dendi. Ben Yüce Allah’tan dua edence yardım ve hırsızı öldürmek için izin istedim. İzin verildi ve sana yardıma geldim.” dedi.

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

GERÇEK HAZİNE

Posted on Haziran 20, 2008. Filed under: Hikayeler |

Ali, uzun yıllar boyunca dedesinden bir hikâye dinleyerek büyümüştü. Hikâyede bir defineden bahsediliyordu. Define altınla dolu bir sandıktı. Ama bu sandığa ulaşmak öyle kolay değildi. Başka define hikâyelerinden farklıydı bu hikâye. Kâğıtların üstüne çizilmiş esrarengiz haritalar yoktu ortada. Altın sandığına ulaşmak için ilginç bir yol izlenmeliydi. Kırk iyilik yapmak gerekiyordu bunun için. İyiliklerin her birinin kırkar canlıya yönelik olması gerekti.  
Ali, dedesinden dinlediği hikâyenin tesirinde öyle kalmıştı ki, dedesinin vefatının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bunu unutmamıştı. Kararını vermişti; bu defineye ulaşmak zor olsa da, deneyecekti. Üç yıl boyunca bu iyilikleri yapmak için çok uğraştı. Kırk fidan dikti. Kırk çocuğu giydirdi. Kırk hastaya baktı. Kırk yaşlının işlerine koştu. Yaptığı iyilikler sayesinde etrafta çok sevilen biri olmuştu. O da bu durumdan memnundu. Adı yörede “Hızır Ali”ye çıkmıştı.  
 
Tam otuzdokuz kez kırkar canlıya iyilik etmişti. Şimdi kırkıncı kez farklı bir iyilik yapmalıydı. Ama bir türlü aklına yaptıklarının dışında bir şey gelmiyordu. Haftalarca düşündü bulamadı. Sonunda gidip bir yol kenarına oturdu. Yoldan gelip geçen insanlara soracaktı. Ali, kime yapması gereken son iyiliğin ne olabileceğini sorduysa, ya onu deli sanıp cevap vermediler ya da yine yaptığı iyiliklerden birini söylediler. Ali, çaresizlik içindeydi.

 
O gece yine sıkıntıyla yola çıkıp bir kenara oturmuştu. Yıldızlarla dolu gökyüzü, dolunayın da tesiriyle ortalığı aydınlatıyordu. Düşüncelere dalmıştı. Uzaktan uzağa köyün tek tek yanan ışıkları görünüyordu. Arada bir köpek havlamaları duyuluyordu. Tam o sırada birisi seslendi:  
 
– Hey evlât, gel bana yardım et.
 

Ali, sesin geldiği yöne irkilerek döndü. Oldukça yaşlı, saçı-sakalı bembeyaz bir ihtiyar adam orada duruyordu. Sırtındaki çuvalı ağır ağır yere bırakıp yorgun sesiyle tekrar seslendi.  
 
– Evlâdım! Şu çuvalı tepedeki kulübeye çıkarmam gerek. Ama gücüm kalmadı. Uzun yoldan da geliyorum. Hadi bir yardım et de çıkaralım.

 
Ali, aylardır düşünüp durduğu iyilik için bir fırsat olabilir mi diye bir an düşündü. Ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Nihayetinde karşısındaki tek bir kişiydi. Oysa onun iyilikleri kırkar canlıya olmalıydı.

Ali yine de:

  • Peki olur, dedi yaşlı adama. Sana yardım edeceğim.

 

Çuvalı sırtına aldı. Ve tepeye çıkmaya başladılar. Yaşlı adam sordu:

  • Orada oturmuş, öylece ne düşünüyordun evlâdım?
  • Ah, ah! Bir bilseniz, dedi ve hikâyesini anlattı.

 

Yaşlı adam gülümsedi:

  • Senin için çok mu önemli altınlar?
  • Elbette, dedi Ali. Çocukluğumdan beri bu hikâyedeki altınlara ulaşma hayaliyle büyüdüm. Ama işte bir türlü yapmam gereken kırkıncı iyiliği bulamıyorum.
  • Biraz değişik bir hikâye, dedi yaşlı adam. Dedenin doğru söylediğinden emin misin? Nihayetinde bu sadece bir hikâyedir belki.

Ali’nin yüzü ciddileşti.

  • Dedem dediyse doğrudur. O hiç yalan söylemezdi. Mutlaka altın sandığı var. Ve ona ulaşmanın yolu da bu.

Yaşlı adam yine gülümsedi:

  • Peki öyleyse. Yarın akşama kadar benimle kalırsan sana bu kırkıncı iyilik için yardım ederim.

Ali, sevinçle kabul etti. Kısa süren bir yolculuktan sonra tepedeki kulübeye varmıştılar. Ali, çuvalı yaşlı adama teslim eti. Adam da kapıyı açtı. Ona yatacak yer ve biraz da yiyecek verdi.

  • Yarın, dedi, erken kalkacağız. Biraz uyusan iyi olur.

    Ali söyleneni yaptı. Ertesi sabah erkenden kalktılar. Yaşlı adam çuvalı genç Ali’nin sırtına verdi, birlikte aşağıdaki köye indiler. Ev ev dolaşmaya başladılar. Sabahın bu saatinde ortalıkta kimse yoktu. Her evin kapısnın önüne geldiklerinde yaşlı adam çuvaldan bir paket çıkarıp bırakıyordu. Böylece tam kırk kapı dolaştılar. Son kapıya da bir paket bırakınca yaşlı adam Ali’ye dönerek:

     
    – İşte istediğin oldu, dedi.

     
    Ali merakla:

    – O paketlerde ne vardı?, diye sordu.

    – Her pakette kitap vardı. Ama her eve orada oturan kişinin ihtiyaç duyduğu kitapları bıraktık. Meselâ kalbi katılaşan bir adamın evinin önüne merhametle ilgili, cimri bir kadınınkine cömertlikle ilgili, sakatlığı yüzünden hayata küsen bir çocuğunkine aslında ne çok şeye sahip olduğuyla ilgili kitaplar koyduk. Böylece tam kırk kişiye iyilik yapmış olduk. Artık altın sandığına ulaşabilirsin. İşte sana dün gece kaldığımız kulübenin anahtarı. O kulübede masanın altını kaz. Sandık orada gömülü, senindir.  
     
    Ali kulaklarına inanamıyordu. Sevinçle:
     

  • Nihayet hayalime kavuşuyorum, dedi. Anahtarı aldığı gibi kulübeye koştu. Bir kazma bulup denilen yeri kazdı. Gerçekten de altın dolu sandık oradaydı. Sevinçle sandığı çıkarıp altınları bir çuvala doldurdu. Altınlarla aşağı inince; yaşlı adamın onu beklediğini gördü.
  • Artık altınlara kavuştun, dedi yaşlı adam. Şimdi onlarla ne yapacaksın.
  • Ne mi yapacağım, canım ne isterse onu alacağım. Arabalar, evler, güzel giysiler, daha neler neler. Krallar gibi yaşayıp mutlu olacağım.
  • Demek böyle mutlu olacağını düşünüyorsun. Peki öyleyse sana yardım etmeme karşılık bir isteğimi yapar mısın?
  • Elbette, dedi Ali.
  • Tam bir yıl sonra burada buluşalım.

Ali, kabul etti. Gerçekten de Ali altınlarına kavuşunca önce çok güzel ve büyük bir ev aldı, sonra arabalar. Tatillere çıktı, dünyayı dolaştı. Güzel kıyafetler aldı. Ama tüm bunlar olurken, ilk günlerin heyecanı geçtikçe, Ali bir şey fark etmeye başlamıştı. Aklına gelen her şeyi alıyordu ama mutlu olamıyordu. Bir türlü yüzü gülmüyor, aksine etrafındaki bu şatafat onu sıkıyordu. Bir yıl böylece çabucak geçti.

  • Ali, mutsuz bir şekilde, yaşlı adamla buluşacağı yere geldi. Yaşlı adam biraz daha bükülmüş beliyle onu bekliyordu.
  • Ne oldu evlât, mutlu olabildin mi? diye sordu.

Ali:

  • Hayır, dedi. Canımın her istediğini aldım. Böyle mutlu olacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi anlıyorum ki yanılmışım.

Yaşlı adam gülümseyerek Ali’nin sırtını sıvazladı:

– Evlâdım, dedi. Geçen yıla kadar ki hayatını hatırla. Hani hep iyilik yapıyordun. Her iyilik yaptığında, her ağlayan yüzün gülmesine, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacının giderilmesine vesile olduğunda kalbinde beliren duygu sence neydi?  

-Evet, dedi Ali. Hatırlıyorum. Ben hazineme ulaşmak için her iyilik yaptıktan sonra mutlu olduğumu hissederdim. Canlılara yardım ettikçe onların yüzlerindeki gülümseme bana da geçerdi. Yüzüm ışıldardı.  

– İşte, dedi yaşlı adam, dedenin ulaşmanı istediği hazine bunu anlamandı. Ancak iyilik yaparak mutlu olabilir, çevrene faydan dokundukça yaşarsın. Kulübede bulduğun altınlar ise sadece benim yerini bildiğim altınlardı. Dedenle bir ilgisi yoktu. Bana hikâyeni anlatınca senin mutluluğun sırrını anlaman için böyle davrandım.  

Ali şaşkınlıkla dinlemişti tüm bu sözleri. Demek dedesi onun için böyle bir hikâye anlatıp durmuştu.  
 
Yaşlı adam:

 
– Şimdi ne düşünüyorsun?, diye sordu.

 
Ali gülümseyerek cevap verdi:
 

– Size çok teşekkür ederim, dedi. Bana gerçek hazinenin iyilik yaparak mutlu olmak olduğunu öğrettiniz. Tüm hayatım boyunca bunu unutmayacağım. Ve artık bunun için uğraşacağım. 
 
 
 

AYŞEGÜL AYGÜN 

Read Full Post | Make a Comment ( None so far )

« Önceki Yazılar Sonraki Yazılar »

Liked it here?
Why not try sites on the blogroll...